İtibar Mağdurları

Geçen hafta içerisinde suçun işlendiği yer bakımından birbirine benzeyen iki farklı çocuk istismarı gündeme geldi. Bu istismarlar üzerine Ali Erbaş devlet erkanından duymaya alışkın olduğumuz şekilde kendi itibarlarını savunarak “koyun can derdinde, kasap et derdinde” dedirten açıklamalar yaptı. Bu açıklamalar, amacının aksine konuya daha dikkatli bakmamızı sağlıyor.

Erzurum Hacı Bahattin Evgi Yatılı Erkek Kuran Kursu’nda cinsel istismara uğrayan çocukların davasında sanık 119 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Yapılan haberlere göre aileler yalnızca sanığa değil, Diyanet’in yaptıklarına da öfkeliler. Kurumun gönderdiği heyetin “anlaşma” teklifine annelerden biri “Ben çocuğumun onurunu sizin ayağınızın altına atacak kadar ahmak mıyım?” diye karşılık verdiğini anlatıyor. Daha da vahimi; Diyanet’in ilk iş “İsmimiz kirleniyor.” diyerek kendilerinden şikayetlerini geri çekmelerini istemiş olması. İlçe müftülüğü de “İslam’a zarar veriyorsunuz.” suçlamasıyla ailelerden şikayeti geri çekmeleri talebinde bulunmuş.

Aynı hafta, Erzurum’da farklı bir Kuran kursunda yaşanan istismar gündeme geldi. Mart ayında görülen davada sanık 35 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Konuyu mezkur şahıs gibi ele alsak sanığın ceza almış olmasının rahatlığıyla “Olan kurumun itibarına olmuş.” diye düşünebiliriz. Ama bizde şuurun böylesi mevcut değil neyse ki. Bu olayda dikkat çeken şey ise sanığın Kuran kursunda kaçak şekilde hocalık yaptığı bilgisi. Yani itibarını her şeyin önüne koyan koskoca Diyanet İşleri Başkanlığı, memur olmayan birinin kurslarında kaçak hocalık yapmasına engel olacak bir denetim sistemi kuramıyor.

1 hafta içinde gündeme gelen bu iki olayın üzerine Ali Erbaş bir kursta işlenen suçtan yola çıkarak kurum ve kuruluşlar ile ilgili genelleme yapmamak gerektiğini söyledi. Kendisine göre Diyanet’e bağlı Kuran kurslarında işlenen istismar ve şiddet gibi çocuğa yönelik suçlar sistematik bir soruna işaret etmiyor. Genelleme yapmayı da sinsi ve düşmanlık üretmeye yönelik çalışmalarla kendilerini yıpratma çabası olarak değerlendiriyor.

Erzurum’da yaşanan iki olayda da Diyanet’in ihmalini açıkça görebiliyoruz. Buna rağmen kurumlarında her istismar suçu işlendiğinde kendi itibarlarının bu sorunun önüne geçmesi kabul edilebilir şey değil. Üzerine bir de bakıyoruz ki Diyanet İşleri Başkanlığı bu davalarda itibarının zedelenmesi nedeniyle mağdur olduğunu öne sürerek müdahillik talebinde bulunmuş. Buna utanmazlığın had safhası deyip geçmek bir seçenek. Yine de yüzlerce çocuğa yönelik işlenen suçları bir kenara bırakıp, yükselen tüm itirazları din ve Diyaneti’i yıpratmak için kurulmuş komplolar gibi göstermenin tek nedeni utanmazlık değil.

Peki dini kurumları, çocuk istismarı gibi tüm toplumun karşısında birleştiği suçların rahatlıkla işlenebileceği yerler haline getiren müsamaha niye? Bütün bu ayrıcalık, çocuk istismarının çözümü için değil ancak dinin ve dini yapıların itibarını korumak ve siyasi çıkarların devamını sağlamak için sağlanabiliyor. Bu yapıların içerisinde neler olmuş, nelere araç olarak kullanılmış, minareyi çalanın kılıfına mı dönüşmüş, bunlar mesele değil. Tarikatlar ve cemaatlerle yürüyen siyasi ilişkilerin bozulmaması esas mesele. Bir yandan da kurumsallaşan dinin temsili olan Diyanet, yanlışlarını kabul eder de kapalı yapısını bozarsa dini duygularını manipüle ettikleri halkın gözünden düşmüş olur. Öyle ya, iktidar dinin arkasına sığınırken onun yanılmazlığından da güç alıyor. Din aracılığıyla halkın kontrolünü elde tutan dini liderler herhangi bir konuda “günahı” olduğunu kabul etse, kutsallıkları bozulur ve halkın üzerindeki otoriteleri sarsılabilir. Dinin toplumsal hayattaki iktidarına sarılarak kendi iktidarlarını da mutlak kılabileceklerini düşünüyorlar çünkü. Bununla beraber karşı mahallenin “sinsi oyunlarına” malzeme vermekten de kaçıyorlar ama çatlaklardan sızan gerçekler bu kaçışa müsaade edecek gibi değil. Duvar çatlaklardan görünmüyor. Yüzlerce çocuğun maruz kalmasına rağmen istismarı önleyici politikaların izlenmemesi herkesin gözünün önündeki bir gerçek. Suçu önlemedikleri gibi yaşandıktan sonra da gerçeklerin üzerini örtmek istedikleri kaç keredir ortaya çıkıyor. Halbuki önlemsizlik nedeniyle bu suçun önünü açan tüm yetkililer ihmalden yargılanmalıdır. Ancak yargılanmak şöyle dursun, hemen olayın mağduru oluveriyorlar. Kabahati kendinden büyük olan yapıların özünde ne iyi olduğunu anlatmayı da es geçmiyorlar tabii. Üstelik toplum da umdukları gibi bu yapıların itibarını dert etmiyor. Bu olaylarda toplumsal vicdanın dert ettiği tek şey çocuklar için adalet ve eşit bir gelecektir.


Neye hizmet ederse etsin, devlet kurumlarının varoluş amacı da ortak ilkelere bağlı olmalıdır. Aynı doğrultuda, onlarca kez çatıları altında aynı suçların işlendiği yapıların denetlenmesi de yetkililerin görevidir. Dini kurum ve kuruluşlar siyasetin üzerinde, müdahale edilemez ve denetlenemez kapalı yapılar haline getirilerek sonsuz hoşgörü ve dokunulmazlık hakkına sahip olamaz. Bakanlar da, kuruluşlarında çocukların istismar edildiği Diyanet İşleri Başkanı da işlenen suçlar sorumluluk alanları dışındaymış gibi davranamaz. Suçu önlemek de, suçtan doğan mağduriyeti gidermek de devletin sorumluluğudur. Çocuk istismarının çözümü çocukları eşit ve özgür yaşatacak politikaların üretilmesi, Çocuk Koruma Kanununun ve Lanzarote Sözleşmesi’nin etkin uygulanmasıdır. Politikalar yurttaşlarının haklarını korumak üzere her alanda, her kurumun işleyişine koşulsuz şartsız sirayet etmek zorundadır. Siyasi iktidar kendi çıkarlarını değil, her aşamasında çocuk istismarına karşı mücadeleyi öncelemelidir. Ancak bu koşullarda çocuklar için istismarsız, şiddetsiz bir gelecek kurabiliriz.