Prof. Yakın Ertürk’ün Cumhuriyet Gazetesi’ne İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini değerlendirdiği röportajını yayınlıyoruz:
*Sağ popülist partiler güç ve etki kazandıkça, “toplumsal cinsiyet” ve “eşitlik” kavramlarının yanı sıra evrensel insan haklarını destekleyen ulusal ve uluslararası yasalar ve kurumlar da saldırıya uğradı.
*Erdoğan, kürtajı cinayet olarak tanımlayıp, sezaryenle doğuma karşı çıkarak yasal hakkını kullanan binlerce kadına katil imasında bulunmuş oldu. Bu söylem kadın haklarına açık bir savaşın ilanı niteliğindeydi.
*Siyasi erkin kadın hakları konusundaki yaklaşımında bir kırılma noktası olarak kabul edebileceğimiz bu olgu sokaktaki kadın düşmanlarını da cesaretlendirdi.
*Dini motiflerin siyasallaştığı ve denetimin keyfi olduğu Türkiye gibi toplumlarda dini otorite ve yapılar çocukları kolayca sindirerek boyun eğmelerini sağlamaktalar.
*Kadınların biyolojik özelliklerine indirgendiği, öldürüldüğü, taciz edildiği, annelerin yuhalatıldığı bir toplumda ‘cennet annelerin ayaklarının altındadır’ söylemi daha çok bir günah çıkartmadır.
* İstanbul Sözleşmesi’nin dinci sağa, HDP’yi kapatmanın ise milliyetçi sağa sunulması, esasında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik ve laik ilkelerine bir meydan okumadır.
* Hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ve AİHM kararlarını tanımaması, çağdaş dünya ile bağını kopararak, ülkeyi adeta soğuk savaş dönemi koşullarına terk etmeyi göze alması demektir.
-Siyasal erkin kadınla derdi ne? Kadınları, çocukları feda etmeye niçin bu kadar meyilli?
Bu soruya yanıt verebilmek için 1970’li yıllarda baskın özellik kazanan bazı çelişkili ama paralel gelişen eğilimleri anımsamak gerekir. Söz konusu eğilimler, yetmişlerde yaşanan neoliberal ekonomik dönüşümler, izlenen hak temelli ilerlemeci politikalar ve kadın hareketinin kazanımları gibi tüm dünyada belirleyici etkileri olan gelişmelerdir. Bunlar ataerkiyi ve ataerkil erkeklik normlarını ciddi bir biçimde erozyona uğrattı ve geleneksel ataerkil yapıda derin kırılmalara neden oldu. Kadın hakları ise özellikle 1990’lı yıllarda ivme kazandı, BM küresel konferanslarının da etkisiyle cinsiyet eşitliği normları dünyanın dört bir yanında siyasi gündem oluşturdu. Kadına yönelik şiddet olgusu ilk kez uluslararası metinlere bir insan hakkı ihlali olarak girdi. Bütün bu ilerlemeci gelişmeler gerici tepkileri de beraberinde getirdi. 1995’de Pekin’de toplanan dördüncü kadın konferansında Vatikan ve İslamcı devletlerin oluşturduğu aşırı sağ koalisyonun muhalefetine rağmen, kadın haklarına dair kapsamlı ve ilerici içeriğe sahip Pekin Eylem Platformu kabul edildi. Ancak, ilerleyen yıllarda, özellikle 2000 sonrasında, bu sağ koalisyon, gerek bazı ülkelerde devlet erkini ele geçirerek, gerekse diğer bazı ülkelerde muhalif siyasi oluşumlar olarak kadın hakları karşısında güçlü bir cephe oluşturdu. Aşırı sağ muhafazakâr yükselişte, New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırı sonrası öncelik kazanan güvenlikleştirme / terörle mücadele politikalarının da etkili olduğunu vurgulamak gerekir. Sağ popülist partiler güç ve etki kazandıkça, “toplumsal cinsiyet” ve “eşitlik” kavramlarının yanı sıra evrensel insan haklarını destekleyen ulusal ve uluslararası yasalar ve kurumlar da saldırıya uğradı. Evrensel hakları gayrimeşrulaştırma çabalarının gerekçesi, hakim olan ataerkil kültürel normlarda ve dini metinlerin kadın düşmanı yorumlarında kolaylıkla bulunabilir. Bu bağlamda, aşırı sağ için Pekin ilkeleri geleneksel toplum düzeninin baş düşmanıdır, zira kadınların bağımsız ve özerk alan kazanmaları aile ve ulus için varoluşsal bir tehdit oluşturur. Hatta, bazılarına göre toplumsal cinsiyet eşitliği ve genel olarak insan hakları hegemon güçlerin diğer devletleri zayıflatmak için tasarladıkları bir komplodur. Bu nedenledir ki, dünyadaki sağ popülist yükselişin temel hedefi kadın ve LGBTQ+ hakları olmuştur.
-Bir örnek verir misiniz?
Mesela, Brezilya Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro, ilkokullarda “cinsiyet ideolojisini” yasaklayan bir yasa tasarısı çağrısında bulundu. Macaristan’da, Başbakan Orban üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmaları programlarını yasakladı. Hemen hemen tüm ülkelerde, başta kürtaj olmak üzere kadının üreme hakları kısıtlama ve yasaklara hedef oldu. Aşırı sağın yükselişi daha çok göçmen ve mülteci karşıtığıyla tezahür eden yaklaşımlar, gelişmiş demokrasileri dahi tehdit etmekte. Geçtiğimiz günlerde İsveç’te yaşanan hükümet krizinin temelinde Sosyal Demokratların göreli düşüşü ve aşırı sağ İsveç Demokratlarının yükselişi yatmaktadır.
-Ya Türkiye’de?
2012 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Türkiye’de kürtajı cinayet olarak tanımlaması ve sezaryenle doğuma karşı çıkması yasal hakkını kullanan binlerce kadına katil imasında bulunmuş oldu. Tabii, her ne kadar kürtajı cinayet olarak tanımlarken Başbakanın o günlerdeki siyasi gündemde hedefi saptırmaya çalıştığı düşünülse de, bu söylem esas itibariyle kadın haklarına karşı açık bir savaşın ilanı niteliğindeydi. Siyasi erkin kadın hakları konusundaki yaklaşımında bir kırılma noktası olarak kabul edebileceğimiz bu olgu, sokaktaki kadın düşmanlarını da cesaretlendirdi ve katı ataerkil erkekliğin gücünü yeniden tesis etme hamlelerine hız ve meşruluk kazandırdı. Bugün hükümet ekonomik ve siyasi çöküntü içinden çıkabilmek için kendi var kalma mücadelesini veriyor. Bu yolda da dinci ve milliyetçi aşırı sağın desteği karşılığında insan haklarını gözden çıkarmada bir engel tanımıyor. Kadın ve LGBTQ haklarına yönelik saldırıların yanında çocuk istismarı konusu da, din-siyaset-seks eksenindeki çarpıklıklarıyla sürekli Türkiye’nin gündeminde. Dini motiflerin siyasallaştığı ve denetimin keyfi olduğu Türkiye gibi toplumlarda dini otorite ve yapılar, çocukları kolayca sindirerek boyun eğmelerini sağlamaktalar. Gizlilik ve baskı altında işlenen bu suçların medyaya intikal eden vakalardan çok daha fazla olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Son yıllarda ortaya çıkan pek çok cinsel istismarın faillerinin -mensup oldukları cemaatler devlet desteğine sahip olduğu için- cezasız kaldıkları, hatta meşruiyete sahip oldukları çokça yazılıp çizildi. Cinsel taciz iddialarının cezasız kalması bir tarafa, bir çok durumda faillerin dokunulmazlık ve itibar kazanmaları devletin vatandaşını koruması açısından büyük bir zaaf belirtisi hatta ve hatta suça ortaklık göstergesi. Arkalarına devletin gücünü alan cemaat ve tarikat liderleri ve diğer aşırı güçler gerici projelerini topluma rahatlıkla dayatır duruma geldiler. İstanbul Sözleşmesi’ne savaş açan grupların başını İsmailağa tarikatı gibi grupların çektiğini medyadan öğrendik.
-Erkek şiddeti, iktidar ilişkisinin bir sonucu mu?
İktidar ilişkileri şiddeti bünyesinde taşır, zira Gramsci’nin vurguladığı gibi iktidar zor ve ikna yoluyla varlığını sürdürür, bu ataerkil ilişkiler için de söz konusu. İkna mekanizmalarının çöktüğü dönemlerde zor kullanımı tırmanışa geçer. Bu bağlamda günümüzde yaşanan evdeki ve sokaktaki kaba şiddet, yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren çözülen ve değişen hegemonyanın bir sonucudur ve farklı şiddet biçimleri aynı kaynaktan beslenmekte olup birbirleriyle ilişkilidir. Şiddet, her alanda iktidar üzerinde çarpışan güç odaklarının belli başlı silahı olarak normalleşmekte ve yaygınlaşmaktadır. Geleneksel aile ilişkilerinde eril güç yasal ve toplumsal kabul ile taçlandırılmış ve hane reisi erkek hanesindeki kadın ve çocuklar üzerinde kontrol sağlama yetkisiyle donatılmıştır. Şiddet ataerkil eril gücün normal ve görünmez bir aracı olarak var olagelmiştir. Sosyo-ekonomik gelişmeler sonucu geleneksel aile yapısının çözülmesi ve kadınların yükselen hak bilinci ve talepleri sonucu şiddetin yakın zamana kadar algılanmayan cinsiyet boyutu ortaya çıkarak nihayet siyasi arenada bir gündem maddesi olarak yerini alabilmiştir. Bu durum, bir taraftan, şiddetin önlenmesi yönünde yasaların ve düzenlemelerin önünü açarken, diğer taraftan da, istikrarsızlaşarak krize giren ataerkil erkekliğin şiddetin dozunu arttırarak gücünü yeniden tesis etme çabasını tetiklemiştir. Şunu unutmamak gerekiyor, ataerkinin özü kadını bakımdan, erkeği geçimden sorumlu tutan cinsiyete dayalı işbölümüdür. Kovid-19 salgınında da görüldüğü üzere kadınların ücretsiz ve ücretli bakım emeği piyasa, devlet ve ataerkil toplumsal cinsiyet rejimi için vazgeçilmez bir kaynaktır. Dolayısıyla, kadınların rıza yoluyla ya da zorla yerlerinde tutulmaları için önemli bir gerekçe oluşturur. Ancak, yıllarca süren kadın hakları mücadeleleri ve dünya çapındaki daha yakın tarihli feminist grev dalgalarının kanıtladığı gibi, kadınlar artık kapitalizmin şok emicisi olmaya ve ataerkinin ön gördüğü bir bakıcı rolüne boyun eğmeye artık istekli ve razı değiller. Kadın haklarına yönelik aşırı sağ popülist tepkiler ve muhafazakar cinsiyet politikaları, istikrarsızlaştırılmış geleneksel ataerkil düzeni yeniden kurmak açısından umutsuz çabalardır; erkek egemen tahakküm düzeninin devamı artık daha fazla baskı ve şiddetle ancak mümkündür, bu da kadınlar açısında daha fazla direnme ve isyan anlamına gelir.
-Kadının eşitliği karşısında duranlar, onlara şiddet uygulayıp baskılamaya çalışanlar sonunda nasıl kazançlı çıkıyor kendi dünyasında?
Şiddet yoluyla kadınlara boyun eğdirme çabası boş bir çırpınıştan ibaret. Geleneksel ataerki tarihi misyonunu tamamladı, ehilleşme ya da tamamen dönüşüme uğramak zorunda. İlerlemeci dinamiklere karşı gelinebilir ama artık geriye dönüşü olmayan hak mücadelelerinin tümüyle önüne geçilemez. Pandemi dönemi, otoriter hükümetlere, muhafazakâr gündemlerini ilerletme, hak ve özgürlüklere baskı yapmak ve milliyetçi söylemlere meyilli sınır kapatmak ve kritik tıbbi malzemeler ve temel gıda ürünleri üzerinde ihracat kısıtlamaları uygulamak için elverişli bir zemin sağladı. Bu bağlamda, katı kürtaj yasalarını yürürlüğe sokma eğilimleri arttı, protestolar yasaklandı, aile odaklı ideolojiler desteklendi ve evrensel insan hakları standartları yerel kültüre ve dine yabancı olduğu gerekçesiyle karalandı. İstanbul Sözleşmesi etrafındaki tartışmalar ve Türkiye’nin nihai olarak sözleşmeden çekilmesi bu açıdan anlamlıdır. Ancak, salgın bir bakım krizinin de patlamasına neden oldu. Bakım ekonomisi uzun süredir krizde olsa da günlük yaşamı küresel ölçekte etkisi altına alması mevcut pandeminin bir sonucudur ve feministlerin yıllardır bakım işinin değersizleştirilmesinin görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir krize dönüşeceği yönündeki uyarıları gerçeklik kazandı. Otoriter ataerkil yaklaşımlarla kronikleşen bakım sorununun uzun vadede ve sürdürülebilir bir biçimde çözümü artık mümkün değil. Bakıma öncelik veren ve yatırım yapan sosyal politikalarla ancak üretim ve yeniden üretimin adil bir yeniden örgütlenmesini sağlamak ve böylece yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde karşı karşıya olduğumuz yapısal ve sistemsel eşitsizliklerin üstesinden gelmemiz mümkün görünüyor. Sonuç itibariyle, tüm güç odaklarının ve doğanın uzun vadede çıkarlarının korunması buna bağlı diye düşünüyorum.
-Biraz kavramlar üzerinden gidelim istiyorum; mesela kutsal aile kavramı...
Modern toplumda, aile kurumu çelişkili fikirlerle algılanarak bir taraftan bir konfor alanı, diğer taraftan ise gelenek ve baskı kurumu olarak nitelendirilir. Sanırım her iki bakış açısının da gerçeklik payı var, kimin açısından baktığımıza bağlı olarak. Ev erkeğin sarayıyken pek çok kadın için risk alanıdır. Aile insan türünün devamını sağlayan üretim ve üreme faaliyetlerinin örgütlendiği bir alan olarak nasıl örgütleneceği, kimin denetiminde olacağı, gerek kadın-erkek, gerekse sınıf ilişkileri bakımından hayati öneme sahip temel bir toplum birimidir. Toplum bilimciler tüm milletlerin ve ekonomi modellerinin aile kavramı üzerine inşa edildiğini belirtir. Cynthia Enloe, buna ilaveten, ailenin temel bileşeni olan annelik ve doğurganlığın militarizmle yakından ilişkili olduğuna, ana rahminin adeta bir tür ‘asker kayıt merkezi’ olduğuna vurgu yapar. Dolayısıyla, ailenin denetimi hem devlet açısından, hem de eril güç açısından önem taşır, kutsallık atfı da buradan kaynaklanır. Ailenin kutsal kılınması sömürü ve tahakküm sistemine dokunulmazlık ve meşruluk kazandırır ki bu anlamda ‘kutsal aile’ ideolojik bir betimlemedir. Kavram olarak kutsal aile özel mülkiyet ve devlet ilişkileri bağlamında özellikle Marx ve Engels’in çalışmalarında yer almıştır. Dünyanın pek çok yerinde neoliberal gereksinim ve yükselen muhafazakârlık kadın doğurganlığını, anneliği ve aile kurumunun korunmasını tekrar siyasi bir proje haline getirmiştir. Bu muhafazakârlaşmanın somut göstergesi olarak BM İnsan Hakları Konseyi bünyesinde 2014’den bu yana her yıl kabul edilen ‘aileyi koruma’ kararı dikkat çekicidir.
-Karardaki nirengi noktaları hangileri?
İnsan Hakları Konseyi’nin aldığı bu karar, özünde heteroseksüelliği ve geleneksel aile yapılanmasını tehdit ettiği düşünülen her gelişmeye karşı hükümetler arası güçlenen mutabakatı yansıtması bakımından endişe vericidir. Kutsal aile anlayışı anneliğin yüceltilmesi ve kutsanmasını da beraberinde getirir ki kadın üzerinde ataerkil baskının, denetimin sürdürülmesinin önemli bir alanıdır. Annelik kurgusu kadını doğası gereği annelik üzerinden tanımlar ve kategorize eder. Böylece, yaratılan annelik miti, kadın açısından iki dışlanmışlığı da beraberinde getirir: Kadının (çocuklu ya da çocuksuz) geleneksel aileden bağımsız otonom bir birey olarak var olabilme durumu; ve çoğu toplumda kız ve erkek çocuklara atfedilen farklı değer nedeniyle kız çocuğu doğuran annenin kutsal anne mertebesine erişememesi. Türkiye özelinde aile kurumu konusunda bir çalışmam olmadı ama literatürden biliyoruz ki gök kubbeyi devletin, çadırı ailenin örtüsü olarak kabul eden eski Türklerde devlet düzeni ile aile düzeni arasında yakın ilişki bulunur. Cumhuriyet’in temel kuruluş unsurlarından biri ise ‘modern aile’dir - meşhur modern babalar modern kızları tezi. Her ne kadar bu ailede kadına önemli medeni ve siyasi haklar tanınmışsa da Türk kadını annelik üzerinden yüceleştirilir, cennet anaların ayaklarının altındadır..
-Bu söylem de sorunlu mu?
Kadınların biyolojik özelliklerine indirgendiği, öldürüldüğü, taciz edildiği, hakaret ve şiddete maruz kaldığı, annelerin yuhalatıldığı bir toplumda ‘cennet annelerin ayaklarının altındadır’ söylemi daha çok bir günah çıkartma, eril tahakküme maruz kalan kadınları anne olarak yücelterek iadeyi itibar sağlama çabası gibi geliyor bana. Doğurganlık oranlarını yükseltmeyi amaçlayan AKP hükümetlerinin kadın siyasetinin temelinde aile ve annelik bulunur devletin en yetkin makamı kadınları sık sık en az 3 çocuk yapmakla görevlendirir. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şu sözleri anne olmayan kadına pek de yaşam alanı tanımadığının açık bir ifadesi: “Çalışıyorum’ diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkar ediyor demektir. Bu benim samimi düşüncemdir. Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun, özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır, eksiktir, yarımdır.” Genç nüfusun artmasıyla kadınlar, çocuk ve yaşlı bakımnın birincil kaynağı olarak eve geri gönderilmek istenir.
-Uluslararası Af örgütü Genel Sekreteri Agnes Callamard, “Saati 10 yıl geriye aldınız” dedi. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek kime, ne mesaj veriyor?
Oy hesaplarıyla insan haklarının pazarlık konusu yapılması -İstanbul Sözleşmesi’nin dinci sağa, HDP’yi kapatmanın ise milliyetçi sağa sunulması, esasında Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik ve laik ilkelerine bir meydan okumadır. Bu da, son derece tehlikeli bir rejim değişikliğinin hedeflendiği mesajını veriyor. Diğer taraftan, hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımaması, çağdaş dünya ile bağını kopararak, ülkeyi adeta soğuk savaş dönemi koşullarına terk etmeyi göze alması demektir. Hükümetin uluslararası sisteme yönelik bu karşı duruşu, BM Genel Kurulu Başkanlığını bir Türk diplomatın -Volkan Bozkır- yürüttüğü bir döneme rastlıyor olması da ayrı bir çelişkidir. Bu koşullarda, Sn. Bozkır’ın ya İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararına karşı tepkisini beyan etmesi ya da görevinden derhal istifa etmesi gerekir. Kendi ülkesi kadın haklarını ayaklar altına alırken, kadın hakları açısından önemli bir yer olan BM Genel Kurulu başkanlığını yapmak ve üstelik bunu cinsiyet eşitliği paradigmasına kullanarak yapmak pek de samimi bir davranış değil.
-Dünya da bize bakınca şaşırıyor olmalı. İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasında da kaldırılmasında aynı iktidar var. Peki bu etik değer kaybının nedenini sorgularsak son 10-20 yılda ne oldu da, iktidar ‘demokratik muhafazakar’ çizgisinden neden vazgeçti ve aşırı sağ akımlara teslim oldu?
Kadın hakları konusunda baştan beri çelişkili bir yol izleyen iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden bir cumhurbaşkanlığı kararıyla çekilmesini siyasi etikte yaşanan daha derin bir kopuşun parçası olarak anlamak gerekir. Gezi direnişinin iktidarda yarattığı travma, Ayasofya kararı, barolarla ilgili yasa, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tanınmaması, Gezi Parkı mülkiyetinin bir vakfa devri, rektör ve belediyelere kayyum atamaları ve HDP’yi kapatma girişimi, Gergeroğlu’na yönelik muamele ve daha pek çok hak gaspı ve usulsüzlük, çok katmanlı popülist siyasi stratejinin parçalarıdır. Pandemiyle birlikte daha da keskinleşen ekonomik kriz, Suriye savaşının etkileri, diğer bazı ülkelerle yaşanan gerilimler, siyasi ve ekonomik bakımından iktidarı istikrarsızlaştırmış ve oy potansiyelini sarsmıştır. Çareyi popülist politikalarda arayan iktidar, giderek aşırı sağ taleplerin yörüngesine çekilmiştir. İstanbul Sözlesmesi, sağ popülist hükümetlerin ve güç odaklarının etkili olduğu Polonya, Macaristan, Hırvatistan, Bulgaristan gibi ülkelerde de tartışma konusu olmuş ve Türkiye’deki söylemlere benzer bir biçimde, ‘dinimize ve kültürümüze’ aykırı gerekçesiyle itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. İlginçtir ki, bu iddiaları savunanlar birbirlerinden çok farklı din ve kültüre sahipler; onları aynı söylemde buluşturan nokta, muhafazakar, hatta gerici emelleridir.
Kadına şiddetin tırmandığı bir dönemde, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak, azgınlaşan misojinist zihniyete kadınları savunmasız bırakmak ve AKP’yi iktidara taşımada önemli rolü olan kendi tabanındaki kadınlara da ihanet anlamına gelir. Her gün üç kadının öldürüldüğü Türkiye’de, birbirini pekiştiren 6284 numaralı yasa ve İstanbul Sözleşmesi kadınlar için ve çok önemsedikleri aile kurumunun sağlıklı bir yapıya kavuşması için hayati önem taşır.
-Cumhurbaşkanı 1 Temmuz'da Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele eylem planı açıkladı. Konuşmasında “kadının onurunu korumak, kadını korumaktır” dedi. Siz ne diyorsunuz?
Cumhurbaşkanının sözleri inandırıcılıktan uzak demagojinin ta kendisidir. 1 temmuz’da kadınların devlet şiddetine maruz kalmaları, yerlerde saçlarından tutularak sürüklenmeleri, ve üzerlerine biber gazı sıkılması Türkiye’de kadına verilen değersizliği ve kadının onurunun hiçe sayıldığını gösteren, yoruma yer bırakmayan açık seçik bir vahşettir. Şimdiye kadar hangi eylem planı uygulandı da yenisi uygulanacak? Kadınlar mücadelelerini sürdürmeyi, sözleşmenin ilkelerine sahip çıkmaya devam edecekler ve bunu yaparken çok yönlü strateji ve isbirliği ağları geliştirecekler. Bu bağlamda 2023 ya da daha öncesinde yapılacak olan seçim süreci kadın hareketinin mücadelesinde önemli bir eşik olacaktır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ile simgeleşen Türkiye’deki hukuksuzluk toplumumuzda ortaya çıkacak olan yeni kutuplaşmaların ilerici güçleri harekete geçirici ve birleştirici ittifakları da beraberinde getireceğini ve bunların Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde baskın bir güce dönüşeceğini umuyor ve buna inanıyorum.
-Bir yandan da Türkiye’de mafyanın itiraflarını izliyoruz. Uyuşturucu ticaretiyle anılan, kadına şiddetle bahsedilen, çocuk tacizleri, tecavüzleriyle sarsılan bir ülke olduk… Tüm bunlar bizim dünyayla bağımızı koparır mı?
Evet, mafyanın Türkiye’nin rotasını belirlediği bir ülke haline gelmiş olması içimizi acıtıyor. Bütün bunlar laik, demokratik ve insan haklarına saygılı bir toplum olma özlemimizi derinden yaralıyor. Mevcut iktidarın izlediği dış politika en az içerde izlenen politika kadar sorunlu, ilişkiler ilkeler etrafında değil kısa vadeli çıkarlar, barışcıl değil çatışmacı dinamikler etrafında kuruluyor. Ne yazık ki küresel düzeyde de ilerici dinamikler kuşatma altında, pandeminin ardından dünyadaki güç ve çıkar ilişkilerinin nasıl ve hangi yönde gelişeceğini göreceğiz. Bazı gözlemciler neoliberalizmin sonunu ilan etseler de küçük tavizlerle varlığını sürdürebilir ve yeni normalde her şey önceki haline geri dönerek yaşam kaldığı yerden devam edebilir. Diğer taraftan, güvenlikleştirme yaklaşımını benimseyen ülkeler, her ne kadar Covid-19’un etkili bir biçimde yönetiminde yetersiz oldukları kanıtlanmış olsa da, küresel siyasete hükmetmeye devam edebilirler ve dünyayı Soğuk Savaş dönemini anımsatan koşullara doğru sürükleyebilir. İki seçenek de ileriye dönük olumlu bir gelecek vaad etmiyor. Ancak, pandemi ile ortaya çıkan çoklu krizler göz önüne alındığında, daha olumlu bir seçenek, insanların ve doğanın sömürülmesine dayalı modeller yerine kolektif refahı öne çıkaran ve sosyal devlet deneyiminden ders alan olumlu politikalara doğru bir tercih olabilir. Bu bağlamda, en etkili küresel güç olan kadın hareketlerinin katkılarının belirleyici olacağını düşünüyorum.
-Kadınlar haklarından vazgeçmeyecek, onlar için savaşacak. Peki mücadele nasıl yürütülmeli?
Kadının insan hakları mücadelesinin Türkiye’de ve dünyada nasıl yürütüleceği konusu, küresel neo-liberal kriz ve çözülmelerden ve pandeminin yarattığı çelişkilerde bağımsız tanımlamak mümkün değil. Zira artık biliyoruz ki, androcentrizme karşı bir başkaldırı olarak yola çıkan feminist hareket, elde ettiği pek çok kazanıma rağmen, bugün farklı cephelerden gelen örgütlü tehditler karşısında çok daha sert bir mücadelenin içine çekilmiş bulunmaktadır. Yükselişte olan otoriterleşme, sağ popülist hareketler, terörle mücadele bağlamında güvenlik gündemi, yasaklayıcı devletin geri gelmesi, hoşgörü sınırlarını aşan zenofobi / transfobi / misojini gibi yaklaşımlar gelişmiş demokrasileri dahi tehdit etmekte ve dünya kadınlarını benzer sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu durum, bir taraftan kazanımlarımızı tehdit ederken, diğer taraftan da, küresel ölçekte feminizme olan ilgiyi ve mücadelenin tabanını genişleterek yeni bir sinerjiye de yol açtı diyebiliriz.
Feminizmin yirminci yüzyılın en etkili düşünce akımlarından birisi olduğu ve kadın hakları mücadelelerinin ilham kaynağı olduğu muhakkak. Son elli yıllık gelişmeler, kadın hareketinin yörüngesini ve tarihi önemini anlamaya, bugün karşılaştığımız sorunlara ve ileriye yönelik atılacak adımlar konusunda da ipuçları verecektir. Bu bağlamda, Neoliberalizmi çıkmaza sokan küresel finansal kriz, esasında özelleştirme, liberalleştirme ve deregülasyon politikalarının istikrarsızlığının bir göstergesidir ve ekonomik çöküntünün ötesinde toplumların ve dayanışma biçimlerinin çözülmesine işaret eder. Bu politikalarla yıllardır çevre, sağlık sistemi, tarım sektörü, kamu hizmetleri gibi pek çok alanın bozguna uğratılması, pandemi sürecinde bütün çıplaklığıyla kendini hissettirdi. Demokratik kurumların erozyona uğraması, devletlerin insan haklarına olan taahhütlerinin zayıflaması, militarizmin baskınlaşması, ırkçılığın ve zenofobinin yayılması, ve kadınlara, LGBTQ kişilere karşı saldırıların artması günümüz siyasi tablosunun yaygın özellikleri. Neoliberal krize tepki olarak yükselen sağ popülist parti ve güç odaklarının öncelikli hedefleri, “toplumsal cinsiyet” ve “cinsler arası eşitlik” gibi ilkeler ve bunlara normatif çerçeve sunan evrensel insan hakları sözleşmeleri. İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar esasında çok taraflı –multilateral– sisteme de karşı bir saldırıdır.
Mevcut uluslararası insan hakları sistemi hak taleplerinin muhatabını ulusal sınırlar içinde devlet yükümlülüğü çerçevesinde tanımlar. Ancak, küresel neoliberal politikalar, bir taraftan, pek çok devleti hak talepleri karşısında işlevsiz bırakmış, diğer taraftan ise, yükümlülük sınırları dışında konumlanan tahakküm alanları yaratmıştır. Bu durum, kadın hareketi açısından, hak tesisinde muhatabın kim/neresi olacağı sorusunu gündeme getiriyor. Hak taleplerine ve genel olarak küresel nitelik taşıyan sorunlara etkili yanıt verebilmek için uluslararası işbirliği ve çok-taraflı karar süreci kritik önem taşımakta. Erozyona uğrayan ve sağ popülist siyasi akımların hedefi haline gelen çok-taraflı sistemi reforme etmek/güçlendirmek, kadın hareketinin geleceği aşısından da bir hedef olmak durumundadır. Neoliberal kriz, dünyanın çeşitli yerlerinde patlak veren, bağımsız kadın protestolarını dönüştürücü bir güce çevirmek ve feminizmin radikal, dönüştürücü ve özgürleştirici niteliğini tekrar harekete geçirmek için bir fırsat olabilir. Bu bağlamda, kadın hareketi, ataerkiye yönelik mücadelesini sürdürürken, cinsiyet eşitsizliği sorununun kadının bireysel tabiliğinden (subordination) ziyade yapısal ve sistematik süreçlerden kaynaklandığı bilinciyle kapitalizme karşı eleştiriyi de hesaba katmak zorundadır. Bu ise, feminist hedefleri ikincilleştirmeden, diğer ilerici hareketlerle dayanışmanın zeminini oluşturur.
Neden Prof. Dr. Yakın Ertürk? İlkokul ve ortaokulu New York’ta bitirdi. Hacettepe Üniversite Sosyoloji bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. New York Queens College CUNY Sosyoloji bölümünde yardımcı öğretim üyesi olarak görev aldı. Cornell Üniversitesi’nde doktorasını yaptı. 1976’da Mardin köylerinde yedi ay kaldı, ‘‘Pazara Açılmayla Geleneksel Güç İlişkileri Nasıl Dönüşüyor’’ konusunda çalıştı. Kral Suud Üniversitesi Sosyoloji bölümünde öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı yaptı. Hacettepe ve ODTÜ’de öğretim üyeliği, ODTÜ Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı yüksek Lisans Programı’nın kurucusuydu, bölüm başkanlığını yürüttü. BM’de önce Kadınların İlerlemesi için Araştırma ve Eğitim Enstitüsü ve Kadınların İlerlemesi Bölümü direktörlüğü ve iki dönem arka arkaya BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü görevlerini üstlendi. ODTÜ Sosyoloji bölümünden emekli oldu. “Sınır Tanımayan Şiddet” başlıklı kitabı ve kadınların insan hakları, kırsal kalkınma, kadına yönelik şiddet konularında çok sayıda yayını bulunuyor. Türkiye’nin, öncülerinden olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkması büyük tartışma yarattığı gibi tehlike çanları da çalmaya başlayınca bize de Prof. Ertürk’e sormak kaldı.