Hayatın günlük akışını bozan ve eldeki imkânlarla çözülemeyen kriz durumları olağandışı durum olarak tabir edilir ve temelde doğal nedenler ya da insan eliyle olanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Ama gelin görün ki, 10 şehrimizi, Suriye’yi ve hatta tüm ülkeyi sarsan deprem için bu ayrımı bile yapamıyoruz çünkü bizi öldüren doğal sebepler değil.
Övgün Ahmet Ercan’ın dediği gibi; “Bir ülke kötü yönetiliyorsa, depremin adı afet olur”.
*
Senelerdir kadın cinayetlerinin önlenebilir ölümler olduğunu, insan eliyle işlendiğini; doğal afet olmadığını - ki doğal afet olsaydı bile insanların ölmemesinin sağlanabileceğini, Japonya örneği vererek - anlattık. Duymadı iseniz, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun temsilcilerinin tam on iki yıldır verdiği demeçlere bakabilirsiniz.
Ama bunu bilmek, yaşadığımız ızdırabı dindirmiyor.
13 milyon sene önce oluşmuş, jeolojik olarak deprem ülkesi olduğumuz gerçeği ile yüzleşmeden, evlerimizi, kentlerimizi, köylerimizi, otoyolları ve havalimanlarını ve okulları ve tüm hayatımızı bu gerçeğe göre düzenlemeyi başarmadan normale dönemeyiz. Kaybolan canlarımızın sayısı şu anda kırk bini aşmış ama henüz tümünün kaç kişi olduğunu; adlarını bile öğrenemediğimiz bir evrende isek, dinmesin bu acı, bu öfke.
Distopik yapımlardaki evrenlere benzetiliyoruz ya, bence onlarda bile bu kadar değil, iyi şeyler de oluyor o yapımlarda.
Biz Ortaçağ’daki kadar medeniyet kaybı yaşıyoruz ve asıl sorun bu.
Bu Ortaçağ karanlığını yırtıp, kendi gerçek Rönesans’ımızı yaratmadığımız ve bütün kayıplarımızı öğrenip, tek tek hepsinin hesabını bütün sorumlulardan sormadığımız sürece bu ızdırap dinmesin.
Gerçek Rönesans
Rönesans, yüzlerce insanımızı enkaz altında bırakan bir inşaat holdinginin utanmadan kendine aldığı isim değildir. Rönesans bunun tam tersine, Ortaçağ’da aklı terk eden ve bu yüzden başına büyük belalar gelen büyük insanlığın aklını nihayet açan aydınlanma dönemidir. Ve şimdi güzel ülkemizi Ortaçağ’daki veba salgınındaki kadar çaresiz; tıpkı o dönemi anlatan tablolarda resmedildiği gibi tuhaf yurttaşlar gibi görmek isteyenlerin hak ettikleri yer de Ortaçağ karanlığıdır. Depremin yıkıcı sonuçlarına kader denmesi, yüzyıllar öncesinde hastalıkların inanca dayalı olarak açıklanmasına benziyor.
Ama bu dünyanın bizi de enkazdan kaldıracak olan bir rönesansı var. Enkazdan ayağa kalkan hepimiz, kalkamayan insanlarımızın birini bile bir an bile unutmadan, onların hesabını sorarak ama bir daha asla bu acı tekrarlanmasın diye, yüzyılımızın medeniyet ve bilim seviyesinde yaşamak için mücadele edeceğiz. Eğer yaşamak diye bir şey var ise, bugün artık Türkiye’de o budur.
Depremi durduramayız ama yıkıcı sonuçlarını durdurabilmeye ömrümüzü vermeliyiz ve bunun için yaşamak istemeliyiz. Bir kez daha aynı yıkımı yaşamamak için elimizden ne gelirse yapmanın mücadelesine adanmadığımız sürece, hiçbir yardım bizi ferahlatmasın dostlar.
Kuşkusuz yaraların sarılması önemli ama asıl iş yara açılmasını; enkazın kendisini önlemek olmalıdır. Kuşkusuz yardımseverlik iyidir ama yapısal sorunlarla ve özellikle eşitsizlikle mücadeleden kaçmamıza neden olmadığı, o eşitsizliğin sürmesinin aracı olmadığı sürece iyidir. Ve kuşkusuz ki; yardımın reklamı yapılmadığı sürece; ancak o zaman adı “dayanışmadır”.
Primum Non Nocere: Önce Zarar Verme
Gerçek şu ki; asrın felaketi denilen şey deprem değil, yaşadığımız yıkımın önlenebilir olduğu halde önlenmemiş olması, afet sonrasında da devletin mecazi değil gerçek anlamda enkazda kalması; hastanesiyle, karakoluyla, AFAD’ıyla, Kızılay’ıyla çökmesi ve bunlar hiç olmamış gibi, insan değil karton gibi yüzler gördüğümüz o “Tek yürek” başlığıyla yapılan rezalettir. Asrın felaketi, enkaz altındaki insanlarımız yokmuş gibi davranmak, depremzedenin yardımına koşmak şöyle dursun, hayatta kalmak için çıkardığı sese bile yasak getirebilmek, yerin altındaki binlerce insanı gözetmek yerine sadece istisnai olarak kurtarılanları haber yapmak ve hiç bunlar olmamış gibi bir de yardımın reklamını yapmaktır. Muhalefet isteyerek olmasa da benzer bir etik faciaya kapılabilir, dikkatle bundan kaçınmak gerekir.
Neyse ki depremin ilk günlerindeki yaşadığımız felaketin siyaset üstü olduğu iddiası artık çöktü. Önce iktidar kendi eliyle, “Cumhur İttifakı burada” sözüyle bu havayı dağıttı ve sağ olsun Kılıçdaroğlu’nun isabetli politik çıkışı da iyi oldu. Ancak “Siyaset yapmayalım” safsatasının yerini şimdi neyin siyaset olduğu sorusu aldı; dayanışma faaliyetinin kendisini politik mücadele sanmak siyaset midir? Yoksa yaşadığımız enkazın olmasını daha baştan önleyecek köklü önermeler mi?
Dayanışma önemlidir ancak mücadelemizin sadece bir yönüdür. Tıpkı kadın cinayetlerinde olduğu gibi. Şiddetten kurtulduğumuz bir hayata kavuşmanın bugün için üretebildiğimiz formülünün İstanbul Sözleşmesi ve onun bütünsel yaklaşımı olduğu gibi. Esas mesele önce zarar görmeyi engellemektir. Hipokrat’tan bu yana, insan sağlığı için elzem olan ve kale gibi varlığını koruyan ilk temel ilke budur; “primum non nocere: önce zarar verme”.
İşte tam bu noktada, İstanbul Sözleşmesi’nin 4 ana maddesi de, depremde bile işimize yarayabilecek biçimde, yolumuzu aydınlatıyor. Sadece sözleşmeye ait değil bu norm çerçevesi, dünya yüzünde evrensel etik değerlerimizin vardığı güncel noktayı temsil ediyor. Hepimizin evrensel temel haklarını lütfen hatırlayalım:
1. Şiddetin önlenmesi: Uyarlarsak depremin yıkıcı sonuçlarının önlenmesi. Deprem önlenemez ama yaratacağı yıkıcı sonuçlar önlenebilir. Tıpkı toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasının bir tür aşı; koruyucu hekimlik olması gibi, depreme dayanıklı ve güvenilir barınma hakkının eşit biçimde tüm yurttaşlar için yerine getirilmesi sağlanmalıdır ve bu mümkündür. Bu noktada, kadınların ve LGBTİQ+’ların eşitliği için verdiğimiz mücadeleyi akla getirmeliyiz.
2. Şiddetten yani depremin yıkıcı sonuçlarından korunma: Tıpkı sıcak bir şiddet tehdidi olduğunda, koruma yasasının – 6284 sayılı kanunun – etkin uygulanması için verdiğimiz mücadelede olduğu gibi. Bugün ihlal edildiklerini açıkça gördüğümüz deprem ile ilgili yasa ve yönetmeliklerin tam ve etkin uygulanması mümkündür. Tıpkı “Yasayı uygula kadını yaşat” sloganımızda olduğu gibi kadınların zarar görmesini ve en önemlisi cinayeti durdurmayı; hayatta kalmalarını sağladığımızı akla getirmeliyiz.
3. Şiddetin yani deprem suçlularının kovuşturulması ve cezalandırılması: Tıpkı toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı bir zarar söz konusu olduğunda etkin soruşturma ve ceza adaleti gerektiği gibi, depremden dolayı görülen zararın sadece müteahhitler değil tüm sorumlular nezdinde cezasız bırakılmaması, imar aflarının olmaması ve hak kaybına uğrayanlar için onarıcı adaletin sağlanması mümkündür. Bu noktada kadın cinayeti ve diğer tüm dava takiplerimizi akla getirmeliyiz.
4. Şiddete yani depreme karşı güçlendirme: Depreme karşı binaların güçlendirilmesi bu işin olmazsa olmazıdır. Ama burada kastedilen sadece bina değil; nasıl ki İstanbul Sözleşmesi kadınların geleceğe dair güçlendirilmesini söylüyor ise, söz konusu olan gelecekteki bir deprem gerçeği karşısında bir halkın güçlendirilmesi; yani örgütlenmesidir. Nasıl ki her ilde ilçede, açık açık örgütlenmek için emek verdiysek şimdi ülkemize medeniyet getirmek için tüm toplumla örgütlenmek için emek vermek zamanıdır, yıllardır sürdürdüğümüz il il örgütlenmemizi akla getirmeliyiz. Toplumun tüm bileşenleriyle kendi özgücüne kavuşması ancak örgütlenerek mümkündür. Marmara denizinden yükselecek ejderhaya hazırlıklı şehirleri ancak böyle yaratabiliriz. Ve eğer bunu başarmaz isek, bu yaşadığımız medeniyet kaybı en çok kadınları vuracak. Çünkü biliyoruz ki, örneğin boşanma hakkı medeniyet seviyesinin göstergesidir ve kadınlar en çok boşanmak istedikleri için; modern haklarını aradıkları için öldürülüyorlar.
Not: Mesele büyük ve katmanlı, bir sonraki yazıda devam edelim.
Gülsüm Kav
*Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Meclisleri Genel Temsilcisi Gülsüm Kav'ın bu yazısı ilk olarak 20 Şubat Pazartesi günü Yarın.net.tr de yayınlanmıştır.