“Mizojini, yani kadına duyulan nefret, Batı toplumlarının dünya görüşlerini temellendiren Eski Yunan filozoflarının gökyüzünün yüksek katlarındaki ışıklı düşüncelerinden, 19. yüzyıl Londra’sının karanlık sokaklarına ve Los Angeles’ın otoyolda kadın cesetlerinin kanlı izlerini bırakan seri katillerine kadar uzanan yolda pek çok farklı biçimde gelişme göstermiştir. 3. yüzyılın Hristiyan estetiğinden Afganistan’daki Taliban rejimine kadar bu nefret, hep kadına yöneltilmiş ve onları bir cins olarak bastırmaya çalışmıştır. Tarihte en azından bir kere, ortaçağın sonlarında cadı avlarında bu nefret bir katliama dönüşmüş ve Avrupa’da yüz binlerce (bazı tarihçilere göre milyonlarca) kadın yakılarak öldürülmüştü. Hem uygarlığın yetiştirdiği büyük ve ünlü sanatçıların eserlerinde hem de modern pornografinin en bayağı resimlerinde hep bu nefret duyulan kadın motifini görüyoruz. Kadına düşmanlığın tarihi gerçekten, bin yıllar boyunca süren ve Aristoteles'i Karındeşen Jack’e, Kral Lear’ı James Bond’a bağlayan kendine özgü bir nefretin tarihi.”(1)
Jack Holland’ın Mizojini kitabından bir alıntıyla başlıyoruz yazıya. Bu kitapta kadınların evrensel çapta -kimi zaman yöntemler değişse de- nasıl eşitsizliğe uğradıklarını görüyoruz. Okurken bazen okuduklarını sindirme ihtiyacı hissediyor insan. Çünkü karşımızda kadına duyulan nefretin tarihi duruyor. Biz de bu yazımızda Mizojini kitabından edindiğimiz bilgiler ışığında bu konuyu ele alacağız.
Kadın Düşmanlığı ve Filozoflar
“Felsefe” deyince insanların ilk aklına Yunanlılar geliyor. Felsefenin orada doğduğu, tarihe ışık tutan fikirlerin oradan çıktığı anlatılıyor. Birçok açıdan bu doğru. Tarihi incelediğimizde Yunan toplumunda kadına duyulan nefretle ilgili de çok yönlü bilgiler var. Kadınların, erkeğin “ötekisi” olduğu fikri Yunan toplumunda çokça yaygın. Bu cinsiyet düalizmine o uygarlığın bağrından çıkan Sokrates, Platon ve Aristoteles’in felsefi katkıları var. Sokrates, kadınları erkeklerin “doğal düşmanı” olarak görmüş (2); Platon, eserlerinde kadınların eşitliğinin ancak cinsiyetlerini reddetmeleri ile mümkün olduğunu anlatmıştır. (3) Onun öğrencisi Aristoteles ise kadın düşmanlığını hat safhaya çıkarmış, buna bilimsel sebepler bulmaya çalışmıştır. O, kadınları “sakatlanmış bir erkek” olarak tasfirlemiş, erkeklerin doğası gereği üstün ve hükmeden konumunda olduklarını savunmuştur. (4) Bugün belki bu fikirlerin bizi etkilemediğini düşünsek de onun fikirleri Batı’nın dünya görüşüne iki bin yıl egemen oldu. Tarihin daha sonraki dönemlerinde de mizojini hiçbir zaman filozof kıtlığı çekmemiş, her zaman felsefi ve bilimsel açıdan kadınların ezilmesini meşrulaştıran kişiler çıkmıştır.
Yunanlardan Roma toplumuna geçtiğimiz zaman, onların Yunanlılardan kalan bazı fikirleri devam ettirdiğini, kimisini evrimleştirdiğini ve bazılarını devlet eliyle yasallaştırdığını görüyoruz. Aralarındaki belirgin fark ise şu: Romalı kadınlar üzerlerindeki baskıyı kabul etmediler ve haklarını aradılar. Sınırları İskoçya’dan Irak’a kadar uzanan bir imparatorlukta kadınlar hükümete karşı protestolar düzenlediler. (5)
Hristiyanlığın Ortaya Çıkışı ve Kadınların Ezilmişliği
Hristiyanlığın ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasına kadar kadınlar o ya da bu şekilde ezilmelerine meşruiyet kazandırılarak ayrımcılığa uğradılar. Hristiyanlık ortaya çıktıktan ve Roma dahil birçok yerde kabul gören din olduktan sonra kadınların ezilmesi çok farklı bir evreye ulaştı. Artık kadınların ayrımcılığa uğramasının sebebi ilahi bir güçtü ve kozmik bir önemi vardı. Tevrat’ın Tanrı’sının fikri tam bu köklere bağlı değildi ama Hristiyanların Tanrısı barış ve sevgiden bahsedip aynı zamanda kadınların ezilmesini dayatarak tarihin çelişkilerinden birini ortaya çıkardı.(6) Tanrı böyle yarattığı için kadınlar ikincil konumdalar ve erkeklerle eşit değiller fikri yaygınlaştı. Tüm kadınlar, Tanrı onları öyle yarattığı iddiası yüzünden ayrımcılığa uğramayı kabul etmek zorunda bırakıldılar. Tanrı’nın emirlerini yerine getirmezlerse -yani eşitsizliğe uğramaya göz yummazlarsa- ölüm kadar büyük cezalarla cezalandırılacakları anlatıldı. Nitekim cezalandırıldılar da. Hristiyanlık inancı devlet eliyle cinsellik üzerinde sıkı bir denetim kurdu. Cinsel ilişkinin eğlenmek için değil, sadece çocuk doğurmak için yaşanabileceği inancı Musevilerden Hristiyanlara da geçti. (7) Evlilik birliği olmadan cinsellik yaşayan kadınlar ve evliyken başka bir erkekle birlikte olan kadınlar ölüm gibi cezalara çarptırıldılar. Suçsuzlarsa bile bunu kanıtlamaları yine bir erkeğin şahitliğine bırakıldı. Musevilerde aynı suçu işleyen erkekler de benzer cezalarla karşılaşıyordu ama Hristiyanlıkta bu durum öyle olmadı. Bir toplumun ahlaki yapısının kadınların erdemine bağlı olduğu fikri Yahudilerde olduğu gibi Hristiyanlarda da vardı. Hristiyanlığın kadınların ezilmesine bir diğer katkısı “Bakire Meryem” kutsallığına layık hareket etmeleri gerektiği oldu. “Saf”, “ahlaklı” gibi kalıplarla kadınları insanlıktan çıkararak yine eşit yurttaşlık ilişkilerinden uzaklaştırdılar. Kilisenin yaşamın tüm alanlarında hakimiyetinin artması ile kadınların ve erkeklerin konumları iyice belirginleşti. Jack Holland Mizojini kitabında bununla ilgili: “...erkeklerin ve kadınların yerleri, gökyüzündeki yıldızların yerleri ve hareketleri gibi kesin olarak belirlenmişti.”(8) diyor. Artık Ortaçağ’a doğru geldiğimizde ise kadınlar çok ciddi ayrımcılıklar ile karşılaştı. Bugün bazı olaylarda benzetme amaçlı “Ortaçağ karanlığı” diyerek anlatılan döneme gidiyoruz.
Orta Çağ, devletin ve tüm toplumsal aygıtların kilisenin hakimiyetinde olduğu bir dönemdi. Papa; krala taç takıyor, kişileri aforoz edebiliyor, kilisenin dayattığı gibi davranmayan herkesi Engizisyon mahkemelerinde en ölümcül cezalarla yargılıyordu. Orta Çağ, kadınlar için yanan alevlerin içinde yaşamaya çalışmak demekti. Metaforik bir anlamla değil, kelimenin tam manasıyla, gerçek anlamıyla. Bu çağda kadınlar kilisenin istediği gibi davranmadıklarında, dayatılan rolleri kabul etmediklerinde zindanlarda ağır cezalara çarptırıldılar. Kadınların karşılaştıkları en ölümcül şey ise büyü yaptıkları ve şeytanla işbirliği içinde oldukları iddia edilerek yakılarak öldürülmeleri olmuştur. Kimi zaman bu ölümler toplu halde, halka açık alanlarda kilisenin gövde gösterisi olarak gerçekleştirilmiştir. Bugün bizlere şeytanla kadın arasındaki ilişki anlamsız gelebilir. Tarihte ise binlerce kadın bu tartışmanın sonucunda öldürüldüler. Yaşamaları kendilerini aklamaya bağlıydı ki bu çok zor bir şeydi. “Cadı avları” olarak adlandırılan bu olaylar bilinene göre 14. yüzyılın sonundan 17. yüzyıl sonuna kadar sürdü. Tarihte bu kadar çok kadının; kadın oldukları için suçlu olarak görülmeleri ve işkenceden ölüme kadar cezalara çarptırılmaları bugün bizleri dehşete düşürüyor. Aynı zamanda mizojininin köklerine ve en ölümcül versiyonuna dair çok ciddi kanıtlar sunuyor. Orta Çağ aynı zamanda az da olsa bilimin konuşulmaya başlandığı, eğitimin yaygınlaştığı bir dönemdi. Böylesi bir atmosferde nasıl oluyor da 300 yıl boyunca kadına yönelik nefret böyle bir aşamaya gelmiş ve bu kadar kadın öldürülmüş diye düşünüyor insan. Bilimin konuşulmaya başlanması kilisenin gücünü azalttıkça kilise otoritesini yeniden güçlendirmek için kadınları günah keçisi seçmiştir. Bu da bizlere her toplumsal değişimin, kadınların yaşamını eşit düzeyde etkilemediğini gösteriyor.
Yazının devamı bir sonraki hafta yayınlanacak.
(1,2,3,4,5,6,7,8) Holland. Jack. (2006). Editör Canay Şahin. Mizojini Dünyanın En Eski Önyargısı Kadından Nefretin Evrensel Tarihi. 2. Baskı. İmge Kitabevi. Ankara. 2019. sırasıyla ss: (19-20). s: (45) (44), (47), (52), (86), (84), (102)