Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Meclisleri Genel Temsilcisi Gülsüm Kav'ın Yarın Haber'de yayınlanan yazısını paylaşıyoruz.
***
Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler, Türkiye'nin talebi üzerine, ülkemizin yabancı dildeki adını "Turkey" yerine "Türkiye" olarak değiştirdi.
Ama hayatımız değişmedi. Her gün zam, kadın cinayeti, adaletsiz yargı kararları, özgürlüklere müdahale ve her türlü hak ihlali haberine uyanıyoruz. Ve sonuç: Gallup’un son araştırmasına göre dünyanın en sinirli ikinci ülkesiyiz. Bu araştırma şirketinin daha önceki verilerine göre de çalışanların stres yükü ve genel mutsuzluk oranları ortaya konmuştu; o zaman da şimdi de Lübnan ile yarışıyor, Afganistan’ı bile geride bırakıyoruz. Ancak işin vahim tarafı sadece sonuçlar değil, bu sonuca toplumun verdiği tepkiler: Halk TV tarafından yapılan bir sokak röportajında, mikrofon uzatılanların çoğu “aslında birinci olmalıydık” diyor ve sözlerini sağlam biçimde gerekçelendiriyor. Toplumun yaşadığımız hayatı, ekonomik krizden sağlık sistemine, kadın cinayetlerinden demokrasiye tüm yönleriyle ortaya koymasına ve yanıtını gerekçelendirmesine saygı duymamak elde değil. (https://www.youtube.com/watch?v=mdXKqR6ROqQ)
Çünkü gerekçelendirme önemlidir. Ve biz Türkiye’de şu anda ona hasretiz. Bir düşünceyi, iddiayı, inancı gerçek dünya, somut bir olgu ile ilişkilendirme olarak tanımlayabileceğimiz bu fiil bizde ortadan kalkmış durumda. Bu duruma ülkenin yönetiminden, uluslararası ilişkilere, yargı kararlarından günlük hayata müdahalelere, her alanda, her katmanda, her tarafta keyfilik hakim iken verilecek örnekler sayısız… Ama adıyla sanıyla “gerekçeli karar” olandan başlamak isterim; Pınar Gültekin davasında mahkemenin açıkladığı gerekçeli kararı hep birlikte inceleyelim:
“Sanığın maktule yönelik yakma fiilini gerçekleştirmedeki amacının eziyet çektirmeye yönelik olmayıp maktulün cesedini yok ederek yakalanmaktan kurtulma ve suç delillerini yok etmeye yönelik olduğu gözetildiğinde mahkeme sonuç cezaya etkisi olmamakla birlikte koşulları oluşmadığından söz konusu unsurun somut olayda gerçekleşmediğini kabul etmiştir”.
Bu ifadelerde bir kadını diri diri yakmanın eziyet sayılmamasına ikna edici bir gerekçe var mıdır? Yakalanmaktan kurtulma amacıyla delillerin yok edilmesinin cezayı ağırlaştırması gerekirken indirim sebebi olmasına ne demeliyiz?
“Haksız tahrik” denilen ama hep erkekler yararına işleyen indirimin verilme sebebi olan ve hiçbir kanıta dayanmayan Pınar hakkındaki iftiralara ne demeli? Öte yandan nasıl oluyor da, bazı bulunamayan kayıtlar kadın davalarında sanık lehine indirim sebebi oluyorken, örneğin Gezi davası ve bilumum davada aynı metot; yani “olmayan kayıtlar” ağırlaştırma sebebi oluyor?
Bunların tek bir anlamı var: adaleti diri diri yakıyorlar gözlerimizin önünde.
Pınar’a yapılanı, tüm topluma yapmayı deniyorlar.
Hani sanık Cemal Metin Avcı mahkeme heyetine “içiniz rahat olsun” diyordu ya, işte öyle heyetin içi rahat. Yargıda heyetlerin hep içleri rahat. İstanbul Sözleşmesi’nden imza geri çekilmiş ya, her şey serbest artık her şey. Kadınlara, kız çocuklarına, LGBTQ+’lara her şeyi yapabiliriz sanıyorlar.
Benzer biçimde “gerekçeye bile gerek yok” halini İstanbul Sözleşmesi’nin hukuka aykırılığını görüşen Danıştay davalarında bile denediler. Danıştay duruşmalarında ve son duruşmada da, davalı taraf tıpkı Pınar davasındaki mahkeme heyeti gibiydi. Amaç maddesi “insan hakları” ile başlayan İstanbul Sözleşmesi’nin haklarla ilişkisi olmadığını bile iddia ettiler. TBMM’nin karar almasına gerek olmadığını, Cumhurbaşkanı’nın da yargı yoluyla denetlenemeyeceğini iddia ettiler ve bunu gerekçelendirmeye çalışırken “doktrin” sözcüğünü kullandılar. O doktrinin hangi hukukta yer aldığını ise açıklama gereği duymadılar. Dolayısıyla hakkında ancak tahmin yürütebiliyoruz ve bu denli demokrasiden uzak olması onun modern hukuktan önceki zamanlara ait olduğunu düşündürüyor. Şimdi böyle şaka ile karışık yazıyorum ama yüksek yargıyı temsil eden Danıştay ortamında, davalı tarafın konuşmasının boş içeriği bir yana, bu ciddiyetten uzak tavır gerçekte “yazıklar olsun” dedirtiyor. Üstelik İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için mücadele eden kadınlar çok ciddi ve özenli bir emekle var oluyor ve günlerce, saatlerce her konuşan bir başka yönden argüman, bir başka diyardan somut olgu anlatırken yanıtın bu olması insana “yazık” dedirtiyor. Evet, Danıştay duruşmalarında kadınların anlattıkları toplamda kaç saat oldu bilmiyorum ama bıraksanız daha saatlerce de konuşurdu kadınlar.
Sanki yılların biriktirdiğini ilk kez ve hiç bilmeyene anlatır gibi, bütün canlılığı ve bütün zenginliği ile anlatır iken “...arzuhal eylesem deftere sığmaz” gibiydi…
Danıştay duruşmalarında, dünyaya örnek olacak devasa bir literatür yaratıldı.
Bu tarihi duruşmalar, bugün Türkiye’de gerekçelendirmeye; akla, izana; tutarlılığa gerek görmeyenlerin çağında, onlara inat bir abide gibi yükseliyor.
İyi ki yükseliyor; böylelikle kadınların mücadelesi bütün topluma başka bir cesaret veriyor; işte Selçuk Üniversitesi Mezuniyet töreninde de aynı direniş abidesini görüyoruz. Bilindiği üzere hekimler, mesleğe adım atarken başta “hastalarım arasında ayrımcılık yapmayacağım” dedikleri ve diğer etik ilkelere sadakatle bağlı kalacağına söz verdikleri bir yemin ederler. Toplumun “Hipokrat Yemini” diye bildiği bu metnin modern hali, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Dünya Tabipler Birliği’nin temeli olan Cenevre Bildirgesi’ne dayanır. 1947 yılında Dünya Tabipler Birliği’nin ikinci genel kurulunda kabul edilmiş, ardından gelen yıllarda olduğu yerde kalan değil yaşayan bir belge olarak, değişen ihtiyaçlara göre güncellenmiştir. Bugün geçerli olan, en son 2017 yılında gözden geçirilen bugünün hekimlik mesleğinin evrensel etik değerlerine uygun hale getirilen metindir ve tam olarak aşağıdaki gibidir:
“Hekimlik mesleğinin bir üyesi olarak;
Yaşamımı insanlığın hizmetine adayacağıma,
Hastamın sağlığına ve esenliğine her zaman öncelik vereceğime, Hastamın özerkliğine ve onuruna saygı göstereceğime,
I?nsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime,
Görevimle hastam arasına; yas?, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime,
Hastamın bana açtığı sırları, yaşamını yitirdikten sonra bile gizli tutacağıma,
Mesleğimi vicdanımla, onurumla ve iyi hekimlik ilkelerini gözeterek uygulayacağıma,
Hekimlik mesleğinin onurunu ve saygın geleneklerini bütün gücümle koruyup geliştireceğime,
Mesleğimi bana öğretenlere, meslektaşlarıma ve öğrencilerime hak ettikleri saygıyı ve minnettarlığı göstereceğime,
Tıbbi bilgimi hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacağıma,
Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime,
Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgimi, insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacağıma,
Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, ant içerim”.
Metni olduğu gibi yazdım çünkü tüm toplumun bilme hakkı var, tıpkı İstanbul Sözleşmesi gibi…Ve tıpkı İstanbul Sözleşmesi’ne “cinsel yönelim ayrımcılığını” yasakladığı için savaş açanlar, yeminde de aynısını yapmaya çalışıyor, hekimlere “cinsel yönelim” ifadesini sansürleyerek metin okutmaya kalkışıyor. Ama ne oluyor? Bunun denendiği bütün tıp fakültelerinde, genç hekimler alkışlanacak bir direnişle evrensel değerleri savundular. En son Selçuk Üniversite’sinde ışıkları kapatıp onları karanlıkta bırakmaya çalışanlara karşı kendi güzelim ışıklarını yaktılar. Yetmedi perdeyi üzerlerine kapatmaya çalışanlara karşı – ki tam da “tehdit ediliyor olsam bile” kısmı okunuyordu- o perdeleri yırtarak açıp son sesleriyle ve büyük bir coşkuyla gerçek yemini okudular. Salon alkışlarla çınladı; tıpkı İstanbul Sözleşmesi davaları görülen Danıştay salonu gibi… Bir toplum ortaçağ karanlığına karşı hep birlikte aydınlanmayı savunuyor adeta…Nitekim, son iki yıldır hekim andını tahrip etme cüreti gösterenler, tıpkı kadın katili sanıkları gibi sözleşmeden imza çekilmesinden cesaret alıyor ama aynı oranda da her denedikleri alanda direnişle karşılaşıyorlar. Danıştay’da, tüm engellere rağmen yapılan Onur Yürüyüşü’nde ve şimdi mezuniyet törenlerinde…
Bir de bu baskı ve toplumun her kesimine yönelik ayrımcılık ve yine o her kesime “sen de ayrımcı ol” dayatması ikliminde şimdi tutmuş “idam” gündeme getiriyorlar. “İdam” insan haklarına aykırı, ortaçağ usulü bedensel bir cezadır ve asla çözüm değildir. Bunu yıllardır defalarca anlatıp “intikam değil, adalet istiyoruz” dedik. Hele ki şu anda bu ayrımcılığı körükledikleri iklimde yeniden dile gelmesi, orman yangınlarını, kadına karşı işlenen suçları bahane ederek toplumu tam ortaçağ gibi yönetmek arzusudur. Orman yangını faillerine ağır ceza öngörenler, o yangınları söndüremeyenler hakkında ne ceza öneriyor peki? Kadınlar tehdit edilirken, onları korumayanları cezasız bırakanların, İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekenlerin ormanların, kadınların, doğanın ve dahi tüm yurttaşların iyiliğini düşündüğüne dair en ufak bir inandırıcılıkları yok.
Ve bütün yaşananlar karşısında bu toplum en sinirli ülke olmasın da ne yapsın? Sorusuna, başa dönersek; işte tüm bu direnişler ona da yanıt olarak yükseliyor. Evet toplum sinirli. Haklı da. İşte o sinirleri, öfkemizi, tıpkı mücadele eden kadınların yaptığı gibi, tüm direnenlerin yaptığı gibi yaparsak, aklımızı, gücümüzü, elimizden ne gelirse onu birleştirerek hep birlikte mücadele edersek, kurtuluruz.
Diri diri yakılan biz kadınlarız. Buna rağmen dişlerimizi sıkarak da olsa, öfkemizi olması gereken yere çevirerek mücadele ediyoruz. Bize bu yüzden de “demir çeneli melekler” denilmiş…
Kadınların oy hakkı mücadelesini anlatan iyi bir filmin adıdır “Demir Çeneli Melekler”. İzlenmesini elbette tavsiye ediyorum ama asıl şimdi Türkiye’de seçim gündeminde, izlemek değil tüm toplumun demir çeneli melek olması ile özgürlük içinde nefes aldığımız günleri getireceğiz.